Zordur İstanbul'u özlemek. kâğıt kesiği gibi sızlar. Bazen 'ulan küçücük bir yara işte nedir ki' deseniz de, varlığını hep hissettirir. İlacı yoktur, zehri kanınıza işlemiştir.
Caddesi, sokağı, köşesi, berisi değildir özlediğiniz... Topyekûn kendisidir... Gecenin bir yarısı kafanız bozulunca bir dostun kapısını çalabileceğiniz yerdir. Başka yerde yok mudur öyle dostlar? Ne hikmetse yokturlar... Ya da sizde bir uyuşmuşluk, bir tutukluk vardır, misafirliğe gidilen evde buzdolabını açamamak gibi kasılır kalırsınız.
Böyle hasretken, böyle yanmışken gidersiniz İstanbul'a... İçiniz içinize sığmaz... 'Yâre geldim, koynuna geldim İstanbul'um' dersiniz en arabesk coşkunuzla, ama bu kez başka bir şey vardır sizi yaralayacak: 'İstanbul'u içindeyken özlemek' karmaşası...
Değişen şey, şehrin çehresinden ziyade size küskünlüğüdür. Onca hasretini çektiğiniz dostlar, siz yokken de hayatlarından bir şey eksilmemiş biçimde yaşamışlardır. Zira siz hepsinden, her şeyden, sizi siz yapan tüm birikimden uzakta yaşarken, onlar sadece sizden ayrı kalmışlardır, derdinizi anlayamazlar. Yüreğinize bıçak gibi giren şakalaşmalar başlar: 'Sizin orda nasıl diyorlar...' 'Tabii sen bilmezsin şimdi bunu, senin yaşadığın ülkede yok bu kavramlar...'
Kaybolduğunuzu hissedersiniz... Artık hiçbir yere ait değilsinizdir. Ne zaman birine 'yahu İstanbul'da kalsam mı? ' diye sorsanız, 'aklını peynir ekmekle mi yedin, ne halt var var burda, cennet gibi yerde yaşıyorsun, saçmalama' cevabını işitirsiniz. Gerçekten iyiliğiniz için mi böyle söyleniyordur, yoksa artık yokluğunuza mı alışılmıştır, karar veremezsiniz… Canınız daha da yanar...
Zordur İstanbul'u özlemek… Çünkü özlemeye bir başladınız mı, ardı arkası gelmez bu meretin...
alıntı